thedutchables

1 Mart 2009 Pazar

Zeeland' de ikide iki: Middleburg ve Veere


Tek atımlık son kurşun gibi, tek günlük sınırsız son tren biletimizle Hollanda'da nerelere gitsek? Biz seçimimizi Zeeland'den yana kullandık, iyi ki de öyle yapmışız. Maastricht'ten 3,5 saatlik bir yolculuk ve 4 kez aktarmayla Middelburg'e öğlene doğru vardık. Cumartesi sabahı trenlerin bu kadar dolu olduğunu hiç görmemiştik, çünkü hiçbir cumartesi bu kadar erken yola çıkmamıştık.

Zeeland Hollanda'nın güney batısında, bizim Bodrum yarımadasına benzer bir yarımada. Middelburg de oranın en şirin şehri.





Zeeland bölgesi Hollandanın en güneşli bölgesiymiş, çünkü rüzgar bulutları toplayıp götürürmüş. Bu nedenle mi, yoksa tatlı tesadüf mü demeli bilinmez ama güneşli, baharın burnumuzu gıdıkladığı bir gün geçirdik Middelburg'de. Bize sanki bir ege kasabasında, hatta Alaçatı'da geziyormuşuz gibi hissettirdi. Hafif, keyifli, ılık...
Koccaman bir türk bakkalı bulmamız ve bakkalın bir insaf sarrafı olduğunu şaşırarak görmemiz de cabası. Yüzümüze bakıp sosyalizmden, kapitalizmden bahsetmesi gibi :)
Dar sokaklarda renkli evleri, çiçekleri, hatta parkları vardı bu kentin.














Middelburg, ayrıca sokaklarında kedilerin gezdiği bir Hollanda kenti! Ege kasabalarına benzemesinin bir nedeni de bu belki. Sokakta kedileri görmek, bir dosta rastlamak gibi, sıcak bir karşılama gibi...







Öğleden sonra 4 gibi yarım saatlik bir otobüs yolculuğuyla Middelburg'un kuzeyindeki daha da küçük ve daha da şirin bir kasabaya, Veere'ye geldik. Zamanında Veere'nin Lordu'nun İskoçya kıralının kızıyla evlenmesi sonucunda Veere'nin talihi dönmüş ve yün ticareti sayesinde zenginleşmiş. Sevimli barlarıyla meydanı, iki güzel kilisesi ve küçük limanı en çok aklımızda kalanlar. Meydanında bira içip sohbet ederek günü sonlandırdık ve huzur içinde evimize döndük. Gökten üç elma düştü...


17 Ocak 2009 Cumartesi

Berlin üzerinde gökyüzü

Berlin'den geriye aklımda ne kaldı? Giderken aklımda Brecht ve Wim Wenders'ın filmi [Der himmel über berlin] vardı. Duvar'ı mecburen görecektik. Ama esas sıkıntı veren Almanca'nın kendisiydi. Ich kann Deutch sprechen ama sesini duymak bile gestapo kurmaylarının insanı tedirgin eden seslerini hatırlatıyor. Bir, 1960lardan itibaren Batı Berlin'deki orta sınıflar kendi tarihlerinde ilk kez burjuva radikalizminin sınırlarını zorlamışlar. Punklar o dönemde kente hakim olmuş, duvar boyunca boş bırakılan binalarda çeşitli işgal evleri ortaya çıkmış. Wim Wenders da o dönemde etkilenmiş Berlin'den. İki, anti-komunizm kentin değil ama Almanların önemli bir bölümünün aklını almış. Sabah akşam komünizmle mücadele etmişler. Kendi içlerindeki komüzimi öldürmek için çok uğraşmışlar. DDR ise aynı yoğunlukta yanıt verememiş. Halbuki neler yapılırdı neler!!!
Üç, Ama solu Almanya'dan silememişler. Silemedikleri için kafasını bulandırmışlar. Die Linke'nin [Sol Parti] eş başkanı Lothar Bisky'i görmek bile yeterli. Adam baştan aşağıya kariyer, yuvarlamacılık, uydurmacılık, vitrin düşkünlüğünden malül. Beş, "Das ist Deutchland und wir sprechen Deutch!" Asla unutmayacağım. Altı, bir sürü solcu genci var Berlin'in. Çakı gibi AntiFaşist Cepheleri var onların da. Ama solculuk bir tür üniversite öğrenciliği mesaisi gibi. Okul bitince fişini çekiyorlar.Yedi, anti-emperyalizmsiz, anti-kapitalizmsiz kalmamak lazım. İnsanı ruhsuzlaştırıyor.
Sekiz, kaç şehrin göbeğinde (duvar varken kenarında) "Kreuzberg Merkezi" yazar. Dokuz, dünya müttefikler denilen ABD, İngiltere ve Fransa'nın Nazi saldırganlığını 5 yıl boyunca neden seyrettiğini ve neden SSCB Nazileri püskürtmeye başlayınca harekete geçtiklerini neden merak etmez? On, ABD'nin ajan devletleri, hükümetleri varsa Almanya'nın da vakıfları, fonları ve sosyal demokrasisi var. On bir, Alman burjuvazisi iki yüzyıldır iktidarda ve iktidarı bırakmamaya çok niyetli. Aynı burjuvazi çok kindar. On iki, tarih bir gün yeniden yazılırsa Almanya kısmı çok iş çıkartacak, şimdiden belli.
[Not: Berlin'de kalacak çok yer var. Biz Hostel X Berger'de kaldık. Temiz, bakımlı ve ucuz bir hostel. Metro, hafif raylı metro, tramvay ve otobüs hatları çok geniş. Bilet kontrolü pek yapılmıyor ama günlük biletle heryere gidilebiliyor: 6,20 Euro. Biletsiz yolculuğun cezası 40 Euro + milliyetçi Almanların ağız kokusu.]

13 Aralık 2008 Cumartesi

Paco Diatta ve reggae havası

Sol baştan sayıyorum: Seda, Deniz, Tolga, Yeliz, Deniz (Özge'li olan), Melis ve Erdinç. Her ne kadar son iki arkadaşı yanımızda fazla görememiş olsak da sıranın ilk beşi felekten bir gece çaldılar. Maastricht'te yolları kesişmiş bir grup insan olarak önce Afrika dansları konusunda kurs aldılar (45 dakika kadar ama) daha sonra da Paco Diatta ve grubu Mandika eşliğinde öğrendiklerini fazla gösterememiş olsalar da gönüllerince, bildikleri gibi dans ettiler, hopladılar, zıpladılar. Hatta Paco Diatta sahneden el uzattı, önce Deniz (Özge'li olan), sonra Deniz, daha sonraki bir davette ise Tolga, Deniz, Yeliz sahneye çıkıp Afrika ritimlerine, reggae havasına özgün yorumlarını kattılar. Bir büyüğümüz ne demiş: "Afrika tüm insanların olduğu gibi, tüm ritmlerin de köken aldığı kıtadır. Aksak ya da tonal tüm ritmler Afrika'da doğmuş sonra da tüm dünyaya yayılmıştır. Bu nedenle son yarım yüzyıldır dünyayı çekip çeviren tüm müzik akımları Afrika kökenli toplumların, yani zencilerin elinden çıkmaktadır." Bizzat yaşadık büyüğümüzün bu özlü sözünü; nitekim bir ara halay çektik Gine türküsü eşliğinde, reggea havasında fidayda havasına kapıldık. Mandika'da çalan orgcunun bir Türk düğününden o gece için yürütülmüş bir piyanist şantör olduğunu düşünüp arada bir iki atraksiyon yapar diye bekledik. Ama gecenin sonunda adam Faslı çıktı, yıkıldık. Ayrıca Paco Diatta'nın gitarının askısı koptuğu yerden bir iple tutturulmuştu ve basçının tişörtü yırtıktı. Hiç takmıyorlardı. Gündüzleri batılı, güzide Avrupa insanımızın ayak işlerine koşturan köleler olarak gece sahnenin efendisiydiler.
Vel hasıl konser bittiğinde keyiften dört köşeydik ve ter içindeydik. Mustafa'ya gidip döner de yedik. İşkembe çorbası yerine...

11 Aralık 2008 Perşembe

Keyifle ve şevkle çaldılar. Red Snapper'dan bahsediyorum. Orta yaşlarını çoktan geçmiş insanlar olarak etraflarını da çekip çeviren bir enerjiyle müziklerini dinlettiler. İngilizlerden aynı zamanda aristokrat, bürokrat, sömürge uzmanları ile punkların, modern çingenelerin çıkabilmesi ne garip bir durum. Ali Friend'in, yani Arkadaş Ali'nin kocaman kontrbası çevire çevire hızlı bir ritmle çalması, davul takımının ardına kurulmuş Rich Thair'in elini havaya kaldırıp kaldırıp bütün gücüyle trampeti dövmesi ve hiç yorulmaması, gruba Red Snapper'ın yeni döneminde katılan Tom Challenger'ın hem birayla hem de ortaya çıkan müzikle kendinden geçmiş bir halde sahnede dans etmesi, gitarist David Ayers'in sakin ve mütevazi hali etkileyiciydi.
Kendilerinden geçerek çaldılar ve salonu dolduran insanlardan daha çok keyif alarak çaldılar. Diğer yandan çok sade bir donanımla alt yapısı dolgun bir müzik yapmaları da şaşırtıcıydı. Caz öldü diyenlere caz nereye gitmiş göstermek gerekiyor, çünkü Tom Challenger'in saksafon ve klarinet ile Red Snapper müziğine kattığı hava geçmişe göre gürültülü mü gürültülü ama insanı peşine takan bir müziğin ortaya çıkmasını sağlamış. Ek ses efektlerine ihtiyaç duymadan ve vokal kullanmadan şarkıların ritminin hiç düşmemesini sağladılar. Hatta bir ara seyircilerden birisi "daha hızlı" diye bağırınca bir death metal grubunun çalabileceğinden daha hızlı bir ritme geçtiler.

Grup Maastricht'te çıktıkları konserde, Ekim 2008'de çıkadıkları Pale Blue Dot albümünden parçalara yer verdi. Aklımda kalan parçalardan özellikle Wanga Doll çok etkileyiciydi. Özellikle arkaplana koydukları görsel gösteriyle bütünleşince başka bir anlam çıktı ortaya. Red Snapper görsel etkiyi de önemsiyor ve izleyiciye dinledikleriyle eşleştirebilecek bir malzeme sunuyor. Wanga Doll'un arkasındaki görsel malzeme yanan iki ağaçtan oluşuyordu. Klarinetin yer aldığı ve hızlı tempolu dans daveti gibi duran Bricked'da ise gece karanlığında gökyüzünü aydınlatan uçaksavar füzeleri gibi ortalığı aydınlatan havaifişeklerden yapılmış bir stüdyo çalışması vardı. Ancak en çok etkileyici olan görsel vazoda duran taze bir demet lalenin üzerine atılan kibritlerin olduğu görsel malzemeydi. Yanarken atılan kibritler en sonunda tüm çiçekleri soldurdular. Bombaların şehirleri, hayatları soldurması gibi. Görüntülerin eşlik ettiği parça ise Logos Creepers'dı. Bir site albümün tamamı için bir dedektiflik filminin müzikleri gibi tanımlamasını kullanmış. Red Snapper bu yeni haliyle, özellikle de saksafon, klarinet ve melodikanın eklenmesiyle sinemasal bir tını yakalamış. Bu nedenle de kendi görsel etkilerini sahne arkasına yansıttıkları görüntülerle vermek istediler herhalde.

20 Kasım 2008 Perşembe

The content on this site is for sampling purposes only and is ultimately intended to support the artists by increasing their fan base. If you enjoy the music please purchase the album online or at your nearest record store; don't forget to spread the word!

Just for experiencing the dyas of our life.